Bu koca binada tek başıma olduğumu düşünmek, bir parça ürkütüyordu. Ama çocukluk yıllarıma geri dönmüş gibi saf ve heyecan verici bir özgürlük hissi de uyandırıyordu.
(Sayfa 11)
“Üzgünüm,” diyerek başını öne eğen Mamiya, ardından ağlamaklı bir sesle, “ Artık daha fazla burda kalamam, bu çok acı veriyor,” dedi. televizyondaki pembe dizilerden bir sahne gibiydi. Biz şimdiye kadar o tür dizilerden yapmamak için direnmemiş miydik?
(Sayfa 19)
Böyle diyerek kadının cam tezgahın üzerine sıraladığı kravatlara bakarken neredeyse imkansız bir şey aradığımı anladım. Olmayan bir şeyi arıyordum.
Tıpkı en nihayet elde ettiğim yalnız ve özgür hayatı yaşamaya çalışırken, bir türlü nasıl olması gerektiğine karar veremeyip sade diye şikayet ederek veya gösterişli diye korkarak var olmayan bir şeyi aradığım gibi…
(Sayfa 27,28)
Ne biçim bir hayat sürdürüyordum? Birbiri ardına yaşanan olaylara tepki vererek geçici heyecanlar tadarken her biri uzaklaşıp gidiyor ve ben hiçbir birikim elde edemeden, yine yeni gelen günlere tepki veriyordum. Olgunluğa bile erişemeden, yaşlanıp zayıfladığımı ve çirkinleştiğimi hissediyordum.
(Sayfa 50)
Sesinde kasvet veya bunalımdan eser yoktu. Geceden korkan birinin sesi değildi. Yalnızlıkta yorgun düşmüş bir kadına el uzatacağımı düşündüğüm için biraz hayalkırıklığına uğramıştım. Ama yine de kasvetli bir yüzle gelmesinden çok daha iyiydi.
(Sayfa 51)
Sadece benim ziyaretlerimle var olan iki insandı onlar ve her ne kadar bensiz günlerini çalışmakla veya oyun oynamakla geçiriyor gibi görünseler de aslında benimle geçirdikleri vaktin dışında kalan tüm zaman, onların içinde var olmadığı bir boşluktan ibaret değil miydi? Annemle babamın, bir hareketin ortasındayken öylece donarak katılaşmış balmumundan heykeller olduğunu hayal ettim. Onlara hayat üfleyebilecek tek kişi ben değil miydim?
(Sayfa 77)
Gerçeklik ne kadar belirsiz olsa da olabilecek ve olamayacak şeyler vardır ve kırk sekiz yaşında bir erkek için bu ikisi arasındaki farkı gözden kaçırmak, bir tür dönüm noktası ya da çöküş değil midir?
Gerçek olmayanı kolayca kabul edip bir taksiye atlayarak buraya gelmem artık hayatımı umursamadığım anlamına gelmiyor muydu?
Ama ben hiç öyle hissetmedim.
(Sayfa 78)
İçimden gülümsemek geliyordu. Çocukken, babamın kavgalarda sert ve hata kabul etmeyen bir adam olduğunu düşünürdüm. Ama belki de gerçekte, şimdi olduğu gibi anlayıp dinlemeden konuşan ve yanıldığı ortaya çıktığında bile sakin ve soğukkanlı bir tavırla elinden geleni yapıp başka alternatifler bulmaya çalışan, tasasız ve neşeli bir adamdı.
Bunu keşfetmek çok keyifliydi. Bunun tadını çıkaran ben, kırk sekiz yaşında olsam bile, Honganji Tapınağı’nın önündeki caddeye gelip de babamın attığı ilk top eldivenime dokunduğu anda, on iki yaşımdaki halime geri dönmüştüm.
(Sayfa 81)
Annemle babam ölüler dünyasının insanlarıydı ve o tür varlıklarla temas eden birinin ruhunun ve canlılığının elinden alınması olası bir durumdu. Efsanelerde ve romanlarda da sıkça böyle şeylerle karşılaşmak mümkündü.
Dışarı çıkmak için tıraş olurken, yüzümün renginde dikkat çekecek kadar bir solgunluk fark etmemiştim. Gerçi biraz kanım çekildiyse de, bu şaşırtıcı sayılmazdı.
Hemen aynaya bakıp gerçekten yüzümün solgun olup olmadığından emin olmak istedim. Ancak korktuğumu sanmıyorum. Tersine, tuhaf bir huzur ve rahatlama içindeydim. Annemle babamın, o kayıtsız hallerini arkasında, yeniden benim karşıma çıkabilmek için ölçülemez fedakarlıklar yaptıklarını hissetmiştim. Onların bu fedakarlığının karşılığını ödemek için ruhumdan ve canlılığımdan bir parça kaybetmem kaçınılmazdı ve aksine, bunın bana kendimi daha iyi hissettireceğini düşünüyordum. Solgun yüzüme baktığımda rahatladığımı görüyordum. Şu anda onlardan çok şey alıyordum.
(Sayfa 90)
“Evet ya, gurur duyuyoruz. Kendine karşı bu kadar acımasız davranma, tamam mı? Sen kendine değer vermezsen, kim sana değer verir ki?”
(Sayfa 130)
Ama bu hiç adil değildi! İçki teklifini reddettiği için hiç tanımadığı bir insanı yanında ölüme götüreceğini söylemek çok mantıksızdı. Üstelik hayat dediğin, aşağı yukarı böyle bir şey olsa bile.
(Sayfa 154)
Söylediği o nefret dolu sözlere rağmen gözden kaybolup gitmeden hemen önce Kei’in gözlerinde bir hüzün, ayrılık acısına benzer bir ifade gördüğümü sandım. Başa çıkılmaz bir duyguydu.
(Sayfa 155)