İlk basım tarihi: 1908
Çeviren: Sönmez Güve
Baktıkça her iki yanımda da daha fazlasını görüyordum. Dağlar tuhaf yaratıklarla doluydu… Hayvan-tanrılar ve diğer Dehşetler, öylesine tüyler ürpertici ve canavarcaydılar ki onları tarif etmeye kalkışmanın bile ne olabilirliği vardı, ne de ahlaka uygunluğu. Bana gelince… İçim kahredici bir korku ve tiksinmeyle dolmuştu; yine de merakım giderek artıyordu. Yoksa çağlar öncesinde kalmış putperest inanışlarında gerçekten bir pay, insanların, hayvanların ve elementlerin tanrılaştırılmalarından öte bir şeyler var mıydı? Bu düşünce beni pençesine aldı: Var mıydı?
(Sayfa 35)
… Tuhaf biçimde bir insanı akla getiren bir ağza sahipti, ama bir çenenin varlığından söz edilemezdi. Burnu bir hayvanınki gibi uzamıştı; küçücük gözleri ve kulaklarıyla ona bu denli domuz havası veren de bunlardı. Daracık bir alnı vardı ve yüzünün tamamı hastalıklı bir beyazlığa sahipti.
…
Pençeyi andıran iki elle pencerenin pervazına tutunarak destek alıyor gibiydi. Yüzün aksine bu pençeler balçığımsı kahverengi bir tona sahipti ve eklem yerlerine kadar bir ördeğinki gibi perdeli olsalar da biri başparmak olmak üzere beşer parmakla insan eliyle uzaktan bir benzerlik taşıyorlardı. Tırnakları da vardı ama bunlar o denli uzun ve güçlüydüler ki her şeyden çok bir kartalın pençelerine yaraşırlardı.
(Sayfa 45)
Yaratıkların kapıyı bu kadar çabuk bulabilmiş olmaları benim için mantıklı düşünebilme yeteneklerinin bir kanıtıydı. Onların sadece basit hayvanlar gibi görülmemeleri gerektiğine kanaat getirmiştim. İlk defa bir yaratık penceremden içeri baktığında da buna benzer bir şey hissetmiştim. Sonra yaratığın hayvandan öte bir şey olduğunu içgüdüsel olarak fark ederek ona insanüstü sıfatını yakıştırmıştım. İnsandan öte bir şeydi, ama olumlu anlamda değil. Daha çok insandaki iyilik ve yüceliğe karşı menfur ve düşmanca bir şey. Tek kelimeyle zeki ama insanlık dışı. Yaratıkları düşünmek bile içimi tiksintiyle dolduruyordu.
(Sayfa 53)
Ama zaman akmaya devam etti ve içimdeki korku giderek azaldı: öyle ki bir kaç gün sonra uçurumdan aşağı inebileceğim ve deliğe bir göz atabileceğimi düşündüğümde buna karşı sandığım kadar isteksiz olmadığımı fark ettim. Yine de o zaman bile böyle bir maceraya böyle gözükara atılabileceğimi aklım hiç kesmemişti. Bilebildiğim kadarıyla o kasvetli girişe adım atmak ölümün ta kendisi demek olabilirdi. Yine de insanın merakı o kadar inatçıymış ki, o karanlık girişin ötesinde neyin olduğunu keşfetmek en büyük arzum hâline gelmişti.
(Sayfa 86)
Eski günlerde beni çoktan esir alacak olan uykuya hiç gerek duymadan çok uzun bir süre izledim bulutsuyu. Halbuki uyumayı nasıl da isterdim; sırf beni şaşkınlıklarımdan ve düşüncelerimden bir süre uzaklaştırması için olsa bile.
(Sayfa 130)