İlk basım tarihi: 2021
Çeviren: Emre Can Petek
Bölüm 1: Hayvanların İsim Babası Olan Botanikçi
=>Sayfa 36, 37 İsimleri ünlülere verilen bazı ünlü kişilerle ilgili paragraflar.
Bölüm 2: Tahnitçi Ve Bizon
Amerika BirleşikDevletleri ova kabilelerine karşı yürüttüğü savaşın son yıllarına girdiğinde, devam eden bizon kırımı düşmanı yok etmek için uygun bir yol gibi görünmeye başladı. Başkan Grant dönemindeki İçişleri Bakanı Columbus Delano, bizonların yok olmasının “Kızılderilileri daha küçük alanlara hapsedeceğine ve göçebe geleneklerini terk etmeye zorlayacağına” inanıyordu. 1874 yılında Kongre bizon avını kısıtlayan bir yasa tasarısını kabul ettiğinde Başkan Grant bunu veto etti. On iki yıl sonra, Hornaday ve arkadaşları bir gün Ulusal Müzede sergilenecek bizonları avlarken, Hornaday tüm Birleşik Devletler’de üç yüzden az serbest dolaşan ova bizonu kaldığını hesap etti. Kanada’da ise hiç ova bizonu kalmadığı düşünülüyordu.
(Sayfa 48)
Charles Darwin 1859’da, insanların kendilerinin de soy tükenmesine neden olabileceğini kabul etmiş, ancak doğa ekonomisinin dengesinin aşağı yukarı sabit kaldığını savunmuştur. “Soy tükenmesine hayret etmemize gerek yok,” diye yazmıştı, çünkü nesli tükenmiş türlerin yerini çok geçmeden yenileri alacaktı. Fakat herkes onun kadar soğukkanlı değildi; bir kaç yıl önce Amerika Birleşik devletleri’nin Atlantik kıyılarında Henry David Thoreau, aralarında pumalar, panterler, vaşaklar, kurtlar, kunduzlar ve hindilerin bulunduğu, “soylu hayvanların” kırsal bölgelerden kaybolması karşısında oldukça üzülmüştü. ABD’li diplomat ve poligot George Perkins Marsh, Man And Nature [İnsan Ve Doğa] adlı 1864 tarihli etkileyici kitabında insan kaynaklı soy tükenmelerinin devam ettiği konusunda uyarıda bulundu. “ İnsanlık sahneye ilk çıktığında sayısız hayvan ve bitkisel yaşam biçimi, onun eylemleriyle, sayısal olarak büyük ölçüde değişti; bazen biçim ve içerik olarak çok değişti, bazen de tamamen yok oldu.” diye yazmıştı Marsh. Darwin’in çağdaşı İngiliz ornitolog Alfred Newton “yok etme süreci” olarak adlandırdığı insan kaynaklı soy tükenmelerinin, bütün bir soyu ani ve kalıcı bir sona götürebileceğini fark eden ilk doğa bilimcilerden biriydi.
( Sayfa 50,51)
Hornaday ve New york Zeoloji Derneği’ndeki yakın meslektaşları için bu kaygılar açık ve kesin bir şekilde ırksal kaynaklıydı. Henüz yirmi dokuz yaşındayken Zooloji Derneği’nin kurulmasına yardım eden Madison Grant, Manhattan’ın en iyi hedonistlerinden ve dönemin en etkili doğa korumacılarından biriydi; ticari ve “centilmenlik dışı” avlanmayı kısıtlayan çeşitli eyalet yasalarını ve federal yasaları başarıyla savunmuştu. Kendisi de bir avcı olan Grant, avcılığın varlıklılar ve beyazlar için yüceltici bir eğlence olduğuna dair yaygın inancı paylaşsa da geçimlik ve piyasa avcılığının değerli taş ocakları ve genetik stokları üzerindeki etkilerinden üzüntü duyuyordu.
Grant’ın kalıtımın gücüne olan değişmez inancı, onu kendi Linnaean “alttürünün” (Kuzey Avrupa kökenli insanlarla sınırlı olarak “Nordik ırk” olarak adlandırdığı) benzer şekilde göç ve evlilikler tarafından tehdit edildiğine inandırmıştı. Bu fikirlerini 1916’da The Passing of the Great Race” [Muhteşem Irkın Ölümü] adlı kitapta detaylandırdı. Kitap Amerika Birleşik devletlerinde ilgiyle karşılanmış ve Almancaya çevrildikten sonra Adolf Hitler kitabı “ Kutsal Kitabım” diye överek onun iddialarını Kavgam’a dahil etmiştir. ( Grant’ın kitabının etkisi halen sürmektedir; 2011 yılınca Norveçli radikal Anders Breivik, aralarında Norveç İşçi Partisi’nin altmış dokuz genç üyesinin de bulunduğu yetmiş yedi kişiyi öldürmeden önce kaleme aldığı manifestosunda bu kitaptan alıntılar yapmıştır )
(Sayfa 57)
Hornaday’in kendi türünden olan insanlara karşı vurdumduymazlığı, en dehşet verici şekilde 1906 yılında, Zooloji Derneği’ndeki meslektaşlarıyla birlikte Kongolu bir genç olan Ota Benga’yı, Primat Evi’nde bir orangutanla birlikte yaşamaya zorladığında ortaya çıktı. Samuel Philips Verner adlı Güney Carolina’lı bir misyoner tarafından ülkesinden alınan küçük Benga’nın yirmi üç yaşında olduğu söyleniyordu ama Kuzey Amerikalı insanlara göre çok daha gençti. Öğleden sonralarını demir parmaklıklar ardında, ipten hasırlar örerek ve ziyaretçilerin meraklı bakışlarına karşılık vererek geçirirken on binlerce insan onu anlamsız gözlerle izlemeye geliyordu. Bir grup Afro- Amerikan seçkin din görevlisi Benga’nın tutsaklığını protesto ettiğinde Hornaday “ serginin” bilimsel değeri olduğunu iddia ederek onların endişelerini görmezden geldi. Ancak büyüyen kalabalık Benga’yı taciz etmeye ve Benga da kendini esir alanlara direnmeye başlayınca kamuoyundan gelen endişeler arttı. Nihayet, üç hafta süren tartışmalardan sonra, rahip James H. Gordon, Benga’nın serbest bırakılmasına ve Birleşik Devletler’de bir hayat kurmasına yardımcı olarak sonunda Virginia eyaletine yerleşmesini sağladı.
Hornaday New York belediye başkanına yazdığı bir mektupta pişmanlık duymadığını belirmiştir. “ Zooloji Parkı’nın tarihi yazıldığında” diye öngörüde bulundu, “ bu olay en eğlenceli bölümünü oluşturacak.” Ancak, küstahlık açılan yaraları iyileştirememişti. On yıl sonra, Kongo’ya geri dönmenin imkansız olduğu sonucuna varınca, Ota Benga kendini kalbinde vurarak öldürdü.
(Sayfa 58)
=>Sayfa 59 Roosvelt’in ırkçı fikirleri
Ancak gelecek nesil biliminsanları ve doğa korumacıların da öğreneceği gibi, bizonlar gerçek anlamda bozkırın bir parçasıydı. Tezekleriyle toprağı gübrelemişler, toynaklarıyla fidanları ve çalıları düzleştirmişlerdir ve bahar ayları geldiğinde o kadar çok otlanmışlardır ki yerli otların büyüme zamanı uzamıştır. Yellowstone’da bizonların, bitkilerin büyüme zamanı üzerindeki etkisi hala iklimin etkilerinden fazladır.
Geçtiğimiz yüzyılda endüstriyel tarımın yaygınlaşması ve serbest dolaşan büyük bizon sürülerinin yokluğu, Kuzey Amerika’daki uzun çayırarın toplam alanını Teksas büyüklüğünden Delaware’den biraz daha büyük bir alana kadar küçülterek, dünyanın en tehlike altındaki manzaralarından birine dönüştürdü. Hornaday’in bir zamanlar bizon aradığı kuzey kısa çayırları da benzer şekilde azalmış durumda.
Geriye kalan çayır temelde farklıdır. “ Bizon salyası ekosistemi” ve “ bizon dışkısı ekosistemi” olarak adlandırdığı ekosistemi inceleyen Kanadalı ekolog Wes Olson, bizonların çayır boyunca homurdanarak, ilerlerken burunlarında ve ağızlarından soludukları mikropların yedikleri otlardaki selülozun parçalanmasına yardımcı olduğunu tespit etmiştir. Ortaya çıkan yumuşak, ıslak gübre yığınlarının her biri yüzden fazla böcek türünü besleyebiliyor. Bizonların bol olduğu zamanlarda bu böcek türleri, kuş ve küçük memelilerden oluşan bir topluluğu beslerdi ancak bu türlerin çoğu, çayırlarda artık nadiren görülüyor. Bizonlar olmadan -bizon salyası, bizon dışkısı ve diğer her şey olmadan- çayır daha ufak ve sessiz bir yerdir.
(Sayfa 63)
Karaayak Bufalo Yetiştirme yöneticisi olan Carlson, Hornaday bizonları Amerika Birleşik Devletleri’nde yok olmaktan kurtardığında Karaayaklar’ı düşünmediğini, ancak bu ikisinin birbirinden ayrılamaz olduğunu söyledi. “ O zamanlar bazı insanlar, bizonu öldürdüğünüzde bir Kızılderili’yi de öldürdüğünüzü düşünüyordu,” dedi, “ Bufalolar bugün burada, biz de buradayız.”
(Sayfa 68)
Bölüm 3: Cadaloz ve Şahinler
1500’lerden bu yana insanlar yüz elliden fazla kuş türünün ortadan tamamen kalkmasına sebep olmuştur. Başka hiçbir omurgalı sınıfı bu kadar büyük bir yok oluş yaşamamıştır. ( Kuşlardan fazla tür kaybettiği düşünülen diğer tek hayvan sınıfı Gastropoda, yani salyangoz ve sümüklüböceklerdir). Ve bunlar sadece yok olduğunu bildiğimiz türlerdir.
(Sayfa 78)
=>Sayfa 78 , 79 Kuş tüylerinin, gagalarının, ayaklarının, gözlerinin kıyafetleri süslemek için kullanılmasının anlatıldığı kısım; kelebekler ve dondurulmuş kemirgenler de bu moda akımlarından nasibini almış.
=> Sayfa 80 büyük auk kuşu . Nesli tükenmiş. ilk kez duydum.
Tüy ticareti genişledikçe ve kuş ölümleri arttıkça Hornaday’in 1913’te New York Times’ta yazdığı gibi, Atlantik’in her iki yakasında erkek doğa korumacılar kadınları “ve onların düşüncesiz, ‘aptalca’ moda düşkünlüklerin”suçladı. Hornaday kadınları “tüm dünyadaki kuş türlerinin felaketi” olarak nitelendirirken Chapman’da “ Kuş Düşmanı olarak Kadın” başlıklı bir konuşma yaptı. Virginia Woolf, bu tür suçlamalara cevaben, “ bir limon-renkli akbalıkçılın elbisesini tamamalamak için tam olarak istediği şey” olduğuna karar veren “ Falanca Hanım”a hiçbir sempati göstermese de halka yönelik yazdığı mektubunu sert bir hatırlatma ile sonlandırdı: “ Kuşlar erkekler tarafından öldürülüyor, erkekler tarafından aç bırakılıyor ve erkekler tarafından işkence görüyor.”
Bu suçlama tüy ticaretinin ötesinde diğer konular için de geçerliydi.O döndemde çoğunluğu erkek olan kuşbilimciler düzenli olarak yuvalardan yumurtaları topluyor, ve daha yakından incelemek için bazen binlerce kuşu vurup derilerini yüzüyordu.Kuşbilimine aşık olunca, çok daha iyi bir kariyer yapabileceği bankacılık kariyerini terk eden Chapman, 1889’da Florida’nın Atlantik kıyısına yaptığı bir keşif gezisi sırasında on beş tanesini vurarak Carolina papağanının neslinin tükenmesini neredeyse tek başına gerçekleştirdi. Hornaday’in hayatta kalan bizonları araması gibi, Chapman’ın ülkenin son endemik papağanlarının peşine düşmesinin nedeni de türün hızla azalmasıydı ve Saint Sebastian Nehri’nin kıyılarında bu kuşları ararken gelecek nesiller için sadece bir kaç muhabbet kuşu öldürmeyi planlıyordu. Ancak yeşil, sarı, kırmızı ve turuncu tonlardan oluşan gökkuşağı gibi parlak tüylere dokunduğu anda içi hırsla doldu. İlk dört örneğini topladıktan sonra, Cornurus ile tanıştım, o benim olmalı demişti. Dokuz kuş ölüsü topladığında durmaya karar verdi. (“Son darbeyi vurmak bana düşmez” diye yazmıştı günlüğüne) ancak bu söz sadece iki gün sürdü. “ Papağanlar beni baştan çıkardı, ben de kendimi kaybettim; sonunda onlar da kaybettiler ve işte altı ölü kuş daha”, dedi.
Chapman’ın sahip olma tutkusu çağdaşları arasında alışılmadık bir durum değildi. Bir çok ornitolog tüy ticaretinden hoşlanmazken, katı kuş koruma yasalarının kendi çalışmalarını engelleyeceğinden endişelenenlerin sayısı da az değildi. 1902’de Amerika Ornitologlar Birliği başkanı Audubon Derneği’nde bir toplantıya davet edildiğinde, bu daveti hırçın bir şekilde reddetmesi üzerine verdiği cevap şakayla karışık gerçekti: “ Ben kuşları korumuyorum. Onları öldürüyorum.”
(Sayfa 80, 81, 82)
Ancak Edge Van Name’ in ününden habersizdi. Central Park’ta yürüyüş yapmak için buluştuklarında, Van Name’in kuşlar hakkındaki bilgisinden (onları tüylerinden ve seslerinden tanıyabiliyordu) ve hem hayvan hem de bitki türlerinin korunmasına bağlılığından etkilendi. New Haven, Connecticut’ta Yale Üniversitesi akademisyenlerinden oluşan ve birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ailede büyüyen Van Name’in ağaçlara özel bir düşkünlüğü vardı ve ağaçların ne kadar güzel varlıklar olduğunu çocukluğunda amcasıyla yaptığı yürüyüşler sırasında öğrenmişti. Science dergisine1925 yılında yazdığı sert bir mektupta, “Eğer acele etmez ve ormanları katletmeye son vermezsek ormanların da çürüyüp gideceği fikrinden daha acı verici bir şey olamaz,” diye yazmıştı.
Van Name ömrü boyunca bekar kalmış; ağaçları ve kuşları insanlara tercih eden ve insanları hiç sevmeyen biriydi. Ancak Hornaday’de olduğu gibi Edge de Van Name’in “tatlı ve nazik bir yanı” olduğunu keşfetti ve parkta birbirlerini tanıdıkları yürüyüşler daha nicelerinin başlangıcı oldu. Van Name kendi türünün üyeleri için nadiren iyi şeyler söylese de Edge’i “doğa koruma tarihindeki tek dürüst, bencil olmayan, yılmaz bir cadaloz” olarak tanımlayacaktı.
(Sayfa 91, 92)
=> Sayfa 94, 1934 Rosaie Edge’nin Audubon Derneği’ne üyelik iptali sebebiyle dava açtı ve kazandı;, dernek zaman içinde yırtıcı hayvanların kontrol altında tutulmasını destekleyenlerden arındı; Ulusal Audubon Derneği olarak şu anda bile faaliyet gösteriyor; yaklaşık beş yüz yerel şubesi var.
=> Sayfa 95, 96, 97, Hawk Mountain
=>Sayfa 101, 1934 Oklahoma’nı kuraklık ve aşırı kullanımı nedeniyle kuraklaşmış toprakları kıtanın öteki ucunda Manhattan’daki gökyüzünü karartıyor.
Bölüm 3: Ormancı ve Yeşil Ateş
=> Sayfa 110 Roosevelt’le Muir’in ile kamp gezisi sırasında, “ Bay Roosevelt, bu çocuksu öldürme işlerini ne zaman aşacaksınız? Bunun için yeterince büyümediniz mi?” sorusu.
=> Sayfa 111 Faydacılar ile doğa korumacılar arasındaki ( öncelikle insanlar için doğal alanları ve türleri kurtarmak isteyenler ile bunları çoğu insanın kullanımından korumak isteyenler) bölünmenin simgesi Pinchot ile Muir çatışması.
=> Sayfa 120 Leopold erozyon sebebiyle toprağın da yaban hayat kavramı içinde değelendirimesi gerektiğini anladı; Pinchot’un toprağın maksimum kullanım için işlenmesi ve yönetilmesi gerektiğine dair görüşüne atıfta bulunarak, kimi durumlarda maksimum kullanımın minimum kullanım olduğunu öne sürdü.
Bir zamanlar eğlence amaçlı avcılığa bağlılığı açık bir nefrete dönüşen Hornaday, sukuşu sürüleri ile geyik ve Kanada geyiği sürülerindeki popülasyon azalmasından avcıları sorumlu tuttu.Birçok hayvan hakları derneği onunla aynı fikirdeydi. Ancak birçok do koruma grubu, kurucuları ve üyeleri arasında avcıları da saymıştı; Türlerin popülasyonunun azalmasında spor amaçlı avlanmanın rolünü minimuma indirme eğilimindeydiler ve ticari avcılığı ya da diğer faktörleri ana hedef olarak göstermeyi tercih ediyorlardı. ( Audubon Derneği’nin avcılığa daha sıkı kısıtlamalar getirilmesi çağrısında bulunma konusundaki isteksizliği onu, Hornaday ve Rosalie Edge’le karşı karşıya getirmişti).
(Sayfa 120,121)
=> Sayfa 124, Memnun etmenin mümkün olmadığı Van Name, Leopold’un av hayvanlarının, piyasalar yerine yasalar tarafından korunması gereken kamu emaneti olduğunu, bu yasaların bilim tarafından oluşturulması gerektiği ve sorumlu avcıların av hayvanlarına erişimine izin verilirken aynı zamanda korumasını da finanse etmelerinin beklenmesi gerektiğini vurguladığı kitabını ‘aydınlatıcı buldu’
=> Sayfa 126, 127 Ekoloji terminolojisinin gelişmesi ile ilgili paragraf. Yapay av yönetimi ve yapay ormancılığın birbirini yok etme eğilimine örnek olarak Almanya ormanları.
Diğer doğa korumacılar, yırtıcı hayvanların besin ağının bir parçası olduğunu ve onlara yapılan zulmün, çözdüğü sorundan fazla soruna yol açma eğiliminde olduğunu çoktan farketmişti. Madison Grant, 1911 gibi çok erken sayılabilecek bir tarihte “ sözde avlanan hayvanları” savunmuş ve bunların ortadan kaldırılmasının “sıklıkla beklenmedik ve istenmeyen sonuçlara yol açtığını” ileri sürmüştü. kaliforniya Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan Kaliforniyalı doğa bilimci Joseph Grinnell, 1912 yıllında eyaletin etobur memelileri koruması için girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Meslektaşlarıyla birlikte av hayvanlarının ve çiftlik hayvanlarının korunması adına yürüttükleri kapsamlı yırtıcı hayvan imha programları, daha sonra Rosalie Edge’in öfkelenmesine sebep olacak Biyolojik Araştırma Bürosu’na sert eleştiriler yönelten grubun bir üyesiydi. Grindell “ Yıkımı haklı göstermek için ‘doğa korumayı’ bahane etmek kabul edilemez bir sapkınlıktır,” diye yazmıştı.
(Sayfa 130,131)
Leopold, 1920’lerin ortalarında, büyük kanyonun kuzeyindeki Kaibab Platosu’nda pumalar,KURTLAR ve diğer yırtıcıların yokluğunda sayıları iyice artan geyiklerin yenilenebilir türden tüm çalı ve ağaçlarla beslenmesinin ardından , yırtıcı hayvanların öldürülmesinin sonuçları konusunda ciddi bir biçimde kafa yormaya başladı. Birkaç kış boyunca binlerce geyik açlıktan ölmüş ve bu durum ülke çapında şaşkınlığa sebep olmuştu.
(Sayfa 131)
Yaratılıştan diplomatik bir dili olan Leopold, Rosalie Edge kadar tartışmaya girmeye meyilli değildi. “ Zehirleme kampanyasına genel olarak karşı çıkıyorum,” diye yazdı o sırada eline geçen bir Acil Doğa Koruma Komitesi büroşürünü okuduktan sonra ve ekledi” ama aksini düşünenlere haksızlık ederek kazanılan bir şey yok.” (Edge buna, “ Gerçeği güçlü bir şekilde dile getirenler herkes tarafından takdir edilmeyi beklememelidir,” diye cevap verdi.)
(Sayfa 132)
=> Sayfa 133 kurtların yokluğunu avcılar doldursun , Bambi etkisi, kurtların başına konan ödül, yüz milyonlarca genç ağacın yapraklarını yedikleri için aç kalan geyik sürüleri.
=> Sayfa 134 , Leopold Dağ Gibi Düşünmek, kurdun gözünde sönen yeşil alev. “ O zamanlar gençtim ve hep tetiği çekme arzusuyla doluydum; daha az kurtdun daha fazla geyik anlamına geleceğini düşünüyordum, hiç kurdun kalmaması da avcılara bir cennet demekti. Ama o yeşil alevin söndüğünü görünce anladım ki hem kurt ne de dağ bu düşünceden yanaydı.”
=> Sayfa 137, Leopoldun etik anlayışı “ Bir eylem biyotik topluluğun bütünlüğünü , dengesini ve güzelliğini koruduğunda doğru, aksi taktirde yanlış bir eylemdir.”
Bölüm 5: Profesör ve Yaşam İksiri
1892‘de, “ Sevgili Büyükbaba,” diye yazmıştı dört yaşındaki Julian Huxley, “bir su bebeği gördün mü? Onu bir şişeye mi koydun? Şişeden dışarı çıkıp çıkamayacağını merak ettin mi? Bir gün onu görebilir miyim?”
Thomas Henry Huxley’nin şefkat ve saygıyla verdiği yanıtı:
“ Sevgili Julian bahsettiğin su bebeği hakkında hiçbir zaman kesin bir bilgiye sahip olamadım.
Suyun içinde bebekler gördüm, şişenin içinde bebekler gördüm ama suda gördüğüm bebek şişede değildi, şişede gördüğüm bebek de suda değildi. Su Bebeği hikayesini yazan arkadaşım çok nazik ve zeki bir adamdı. Belkide benim de suda onun kadar çok şey görebileceğimi düşünmüştü. Bazı insanlar vardır, çok şey görür; bazıları ise çok şeyde az şey görür.
Büyüdüğün zaman bu büyük bilgelerden biri olacağını ve başkalarının hiçbir şey göremediği yerlerde Su Bebekleri’nden de harika şeyler göreceğini söyleyebilirim.”
(Sayfa142,143)
=> Charles Kingsley Water Babies
=> H.G. wellsBüyükbaba Huxley’in Öğrencisi
“ T. H . Huxley: “ tüm diğer soruların altında yatan ve muhtemelen hepsinden daha derinden ilgi çekici olan soru, insanın doğada işgal ettiği yerin ve diğer nesneler evreniyle ilişkisinin belirlenmesidir.”
(Sayfa 149)
=> Sayfa 150 Aldous Huxley , hastalığı sebebiyle tıp eğitimi alamaması, edebiyat yönelmesi.
=> Sayfa 156 , Julian Huxley’in Londra Hayvanat Bahçesinin müdürü oluşu, İkinci Dünya Savaşı patlak verince hayvanat bahçesinde bulunan zehirli yılanların ve örümceklerin kaçarlar korkusuyla öldürülmesi
=> Sayfa 158, 159 Herbert Spencer “güçlü olanın hayatta kalması”, sosyal Darwinizm, Alman zoolog Ernst Haeckhel’in insanları ‘en gelişmiş ve mükemmel olan beyaz ırklar’ olmak üzere on iki türe ayırması, Galton ve öjeni.
=> Sayfa 166, 167 1948 International Union of the Protection of Nature ( Uluslararası Doğa Koruma Birliği) kuruluşu, daha sonra ICUN (International Union of the Conservation of Nature) olarak anılacak.
=> Sayfa 163 Peter Scott’un , İngiltere’de yetiştirdiği 35 adet Hawai kazını doğaya salarak türü nerdeyse tek başına kurtarması.
=> Sayfa 168, ICUN Kırmızı Listesi’nin bugünkü hali.
=> Sayfa 170 WWF Kuruluşu.
Bölüm 6: Kartal ve Ötücü Turna
=> Sayfa 178, Pestisit DDT nedir
=> Sayfa 182 Rachel Carson Sessiz Bahar’ı yayımladığında gelen tepkiler.
“ Çevrecilik” ve “ doğa koruma” terimleri genellikle birbirinin yerine kullanılır. ve bu hareketler büyük ölçüde birbirini tamamlayıcı niteliktedir; her ikisi de yaşamın geri kalanını insanın neden olduğu aşırılıklardan korumaya çalışır. Ama çıkış noktaları ve öncelikleri farklıdır. İlk çevreciler, uzun zamandır işçi aktivistlerine ve kentsel reformculara bırakılan hava ve su kirliliği gibi sorunlara orta sınıfın dikkatini çekti ve bu konulara uluslararası bir perspektif getirdi. Bu arada doğa koruma, seçkin av çevrelerinde şekillendi ve Rosalie Edge gibi kışkırtıcı düşünceye sahip olanların geniş etkilerinin aksine, Aldo Leopold gibi ekolojiye değer veren biliminsanlarının Julian Huxley gibi enternasyonalistlerin, büyüleyibi türlerin ani ve görünür tehditlerden korunması talebini vurgulamaya devam etti. Carson dönemindeki doğa korumacılar için, diğer türleri koruma altına almak başlı başına büyük bir misyondu; çevreciler içinse daha büyük bir misyonun parçasıydı.
Doğa koruma aynı zamanda avcılığın bir spor olarak değerli bir uğraş olduğu inancı üzerine kuruluydu – Carson’ın kendisi de dahil olmak üzere birçok çevreci ise bu görüşe karşıydı.
(Sayfa 188)
Nesli Tükenmekte Olan Türler Yasası, CREWS’teki başlangıç noktasından bu yana önemli ölçüde gelişmişti ancak komitenin tek tür ve acil durumlara yaptığı vurgu yasada gömülü kaldı ve etki hala devam ediyor. Ysatyla koruma altına alınan evcil hayvan ve bitki türlerinden yalnızca on birinin nesli tükenirken, listedeki yalnızca kırk altı tür nesli tükenme tehlikesinden kurtularak listeden çıkarıldı. 1700 bitki ve hayvan türü ise listede kaldı ve bu türler için gelişmeler oldukça yavaş ilerliyor. Yasa kapsamında hazırlanan tür kurtarma planlarının alt kümesinin bir analizi, türlerin ve popülasyonların çoğunluğunun program uygun şekilde iyileştiğini ya da iyileşiyor olmasına rağmen, tam iyileşmeye kadar geçen gerçek veya öngörülen sürenin ortalama kırk bir yıl olduğunu ortaya koydu.
ABD Nesli Tükenmekte Olan Türler Yasası, dünyadaki benzer yasalar için bir model haline geldi ve türünün en geniş kapsamlı yasalarından biri olmaya da devam ediyor. Doğa korumacılar ve çevreciler, haklı olarak, yasayı tüm siyasi saldırılara karşı onlarca yıl boyunca savundu. Ancak nesillerin tükenmesine karşı bu çaba bir siper görevi görse de türlerin hızlı bir şekilde iyileşmesi ya da herhangi bir iyileşme etkisi genellikle çok geç görülür. Dünyadaki en güçlü tür koruma yasası, türleri bizden tamamen koruyacak kadar güçlü değildir.
(Sayfa 200, 201)
=> Robert Allen , Tex isimli ötücü turnayı evlat edinmesi, insanlara alışan Tex çiftleşmeyi reddedince, eş olarak sunarak sonunda suni döllenme sağlaması Gee Whiz isimli yavru.
=> Sayfa 204 – 207 Denetimli yetiştiricilik, ultralight uçuşlarla kuşlara göç öğretilmesi .
Neden bir tür iyileşirken diğeri hayatta kalma mücadelesi verir? Bu soruya verilecek cevaplar basittir. Akbaşlı Kartala yönelik ana tehdit, bu türün nesli, ötücü turnalar kadar çaresizce tükenme tehlikesi yaşamadan ortadan kaldırıldı; akbaşlı kartallar ayrıca turnalara göre daha kolay uyum sağlayabilirler, yaşam alanları konusunda daha az seçicidirler ve daha hızlı ürerler. Akbaşlı kartalın kırk sekiz eyalette de iyileşme göstermesinde, bazı denetimli yetiştirme çabalarından yararlanıldı ancak popülasyon çoğunlukla kendi başına toparlanarak iyileşme gösterdi. Akbaşlı kartalın kurtarılması, başka bir deyişle çevresel bir stratejiyle gerçekleştirildi. Ötücü turnalarınki ise kümes hayvancılığıyla başlamak zorunda kaldı.
(Sayfa 207)
Bölüm 7: Kuleden Kaçan Bilim İnsanları
=> Sayfa 213 Doğa korumanın ilerleyişi kısa özet
Kolayca ağlayabilirdi; bu utanç verici ama bazen yararlı bulduğu bir eğilimdi ve tek bir kaplumbağanın ölümü kadar küçük ve koca bir türün yok oluşu kadar büyük trajediler karşısında boğazı düğümlenirdi. Sık sık dile getirdiği, onu gerçekten rahatsız eden şey ölüm ihtimali değil doğumun sonuydu – evrimin sonu, olasılığın sonu.
(Michael Soulê için, sayfa 215)
Geriye dönüp bakıldığında Ehrlich, kitabının kadın haklarının önemini vurgulaması ve ırkçılığı açıkça reddetmesi gerektiğini söyler. “En çok işe yaradığını bildiğimiz şey, cinsiyet eşitliği ve ırksal eşitlik konularında ilerlemek,” dedi bana. “ Nüfus ilgili bir şey yapmak istiyorsanız, kürtaja erişim de dahil olmak üzere, kadınlara tüm haklarını ve fırsatlarını verin.” Ayrıca hem kendisinin hem de Anne’nin sadece insan nüfusunu değil zenginlerin kaynak tüketim oranını da vurgulamış olmalarını diliyor.
Ancak Ehrlich, uyarılarının arkasında duruyor: Gezegenin yiyecek üretmek ve insanları desteklemek için sınırlı bir kapasitesi olduğunu ve sınırlarını görmezden gelirsek kendimizi riske atacağımızı belirtiyordu. 2015 yılında, gezegeni sınırları çerçevesinde yer alan bir güncelleme, insanların bu sınırları hala zorladığını, hatta geçtiğini doğruladı.
(Sayfa 222,223)
Doğa korumacılar, Kuzey Amerika ve Avrupa’da yaşayan halkları bizonların ve olağanüstü kuşların hayatta kalmasının, bufalo derisi kilimler ve kuş tüyü şapkalar gibi lükslerin feda edilmesine değdiğine ikna etmiş olsalar da, daha az çekici türlerin varlığını sürdürmesi halkta daha az karşılık bulmuştur. 1980’lerde -benekli baykuş için önerilenler gibi- nesli tükenmekte olan bazı türlerin korunmasının avlanma ruhsatı için ödenen ücretlerle karşılanamayacak maliyetlerde olduğu ortaya çıktığında, doğa korumaya karşı tepkiler yıpratıcı bir hal aldı.
(Sayfa 240)
=> Sayfa 245 Beşeri karmaşıklığın dikkate alınmaması, doğadaki diğer türlerden farkımız
Leopold 1930’ların ortlarında, “Modern ekolojinin tuhaflıklarından biri, her biri diğerinin varlığından neredeyse habersiz görünen iki grubun yaratımı olmasıdır,” diye düşünüyordu. Sosyologlar, ekonomistler ve tarihçiler insan toplulukları üzerinde” neredeyse ayrı bir varlıkmış gibi” çalışırken, biyologlar da bitki ve hayvanlarısanki siyaset ve diğer beşeri unsurlardan soyutlanabilirlermiş gibi incelemilştir. Leopold, “ Bu iki düşünce tarzının kaçınılmaz kaynaşması, belki de içinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli ilerlemesini oluşturacaktır,” diye yazdı.
Önümüzdeki yüzyıla girilirken, doğa koruma biyolojisi henüz bu ilerleyişi sağlayamadı ancak uygulamacıları arasında olan David Ehrenfeld’in bir zamanlar “biyolojinin sosyal bilimler ve beşeri bilimlerle kesiştiği o fırtınalı ve hayati alan” olarak tanımladığı alana daha fazla ilgi göstermeye başladılar.
(Sayfa 148)
=> Sayfa 249, 250 biyoçeşitliliğin bugünü ve diğer disiplinlerle ilişkisi.
Bölüm 8: Gergedanlar ve Halk Tabakası
Garrett Hardin’in halk tabakasının trajedisi teorisi “ halk tabakasındaki özgürlük herkese yıkım getirir “ ve Elinor Ostrom’un aksini gösteren araştırması.
Hardin İnsanlar ve iştahları söz konusu olduğunda, her şeyin önceden belirlendiğini varsayıyordu. Ostrom her şeyin mümkün olduğunu, ancak hiçbir şeyin garanti olmadığını gösterdi. Ostrom 1997’de siyasetbilimci meslektaşlarından oluşan bir dinleyici kitlesine yönelik verdiği demecinde “ Ne amansız trajedilere hapsolduk ne de ahlaki sorumluluktan muafız,” dedi.
(Sayfa 258,259)
“ Karnı tok olan bizler için yaban hayvanlarını korumaktan bahsetmek kolay,” dedi Kangombe (Herero reisi) “ama çocukları hala aç olan bir adamın silahını bir kenara bırakası çok zor.”
(Sayfa 262)
Çok geçmeden, en değerli faydalardan bazılarını manevi faydalar olduğunu öğrendiler. Jacobsohn ve Owen-Smith 1987 yılında Zimbabve’de toplum temelli doğa koruma konulu bir ICUN konferansına katıldıklarında, Zambiya milli parklar müdürü Hearry Chabwela’nın bir yorumu onlarda derin bir iz bıraktı. Chabwela, “bu konferansta bölge halkına şunu verelim, bunu verelim diye çok konuştuk ama unutulan bir şey var ki o da bu insanların ayrıca güç sahibi olmak istediği. yaşamlarını etkileyen kaynaklar üzerinde söz sahibi olmak istiyorlar. Bu, paradan da daha önemli,” demişti.
(Sayfa 264)
Namibya’da ve dünyanın başka yerlerinde toplum temelli doğa koruma uygulamalarının gerçek kısıtı, ilişkilerin ve kurumların gelişmesinin yıllar, bazen nesiller boyunca sürecek olması ve birçok türün artık kurtarılmayı bekleyemeyecek kadar kötü durumda olmasıdır. Acil durum önlemleri türlerin yok olmasını engelleyebilir ancak türlerin yeniden yeterli düzeyde çoğalmasını nadiren sağlayabilir. Bugün görevi başında bulunan doğa korumacılar için Willard Van Name ve Rosalie Edge’in şiarında bir öncelik mevcut: Bir türü korumanın doğru zamanı, türün hala yaygın olduğu zamandır.
(Sayfa 282)
Bölüm 9: Çoğu Kurtaran Az
Dünyada son beş yüz yılda 755 hayvan türü ve 123 bitki türünün neslinin tükendiğini biliyoruz. Bu listede dodo ve göçmen güvercin Carolina Papağanı, Galapagos Adaları’na özgü dev Pinta kaplumbağası ve Nesli Tükenmekte Olan Türler Yasası kapsamında nesli tükendiği ilan edilen ilk türlerden biri olan Great Lakes’ten otuz santimetre boyunda bir balık türü olan uzun çeneli ringa balığı gibi daha az bilinen türler bulunmaktadır. Aralarında 1980’lerde ortaya çıkan küresel mantar hastalığı salgınının yok ettiği yaklaşık üçyüz amfibi türünün de bulunduğu binlerce tür, Kırmızı Liste’nin “doğal ortamında tükenmiş” ve “ kritik tehlikede” kategorilerinde yer almaktadır.
Ayrıca nesilleri tükenen yada tükenmekte olan türlerin bulunduğu listenin eksik olduğunu da biliyoruz. Linnaeus’un, öğrencilerinin ve sonraki neslin taksonomistlerinin özverili çalışmalarına rağmen, dünya üzerindeki tahmini dokuz milyon türün çoğu henüz resmi olarak tanımlanmamış ve isimlendirilmemiş ve sadece yüz binden daha az sayıda tür geniş kapsamda araştırılmıştır. Biliminsanlarının hiç belgelemediği ya da nadiren gözlemlediği türler, insan faaliyetleri nedeniyle sessizce yok oluyor; Galapagos’a özgü al sinekkuşu gibi bazı türler ise ancak yaşayan son temsilcilerinin ölümünden sonra fark edilebildi.
Kaç türün ne kadar ve ne hızda yok olduğuna dair tahminler, çok sayıda bilinmeyen nedeniyle karmaşıktır. 1990’larda ekolojist Stuart Pimm ve meslektaşları, nesillerin tükenme oranını, insan öncesi “geçmiş”le kıyasladığında yüz ila bin kat olarak hesaplamış ve bu oranın aşağı yukarı, yılda, bir milyon tür başına bir neslin tükenmesi anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Fosil kayıtları üzerinde yapılan yakın geçmişteki çalışmalar, insan öncesi geçmişteki soy tükenme oranının muhtemelen çok daha düşük olduğu sonucuna varmıştır ve insan kaynaklı soy tükenme mevcut oranını Pimm’in tahmininin üst sınırından kabul etme eğilimindedir: yılda, bir milyon tür başına nesli tükenen bin tür. Dünyadaki tür sayısına ilişkin en iyi tahminimizle, bu, her yıl insan kaynaklı dokuz bin farklı türün yok olduğu anlamına geliyor.
(Sayfa 286, 287)
=> (Sayfa 291) ekolojistlerin rekabet ve yırtıcılığa odaklanıp , mutual yaşama pek ilgi göstememesi mavi başlı tatlı su kefalleri
=> Sayfa 293, Yaşlı Himba erkeği, “ Elbette bir değeri var. Kuşlar dallarını oturmak için kullanıyor.”
“ Okul bana nesli tükenmekte olan türleri öğretti. Balıklar ise beni bütün türlerin önemli olduğu konusunda eğitti.” Emmanuel Frimpong
(Sayfa 291)
Doğa koruma hareketi, geçtiğimiz yüz elli yıl boyunca, av hayvanları için ( avcılık düzenlemeleri ve yaban hayat sığınakları yoluyla), birçok kuş türü için (ulusal yasalar ve uluslararası anlaşmalar yoluyla) ve bazı nesli tükenmekte olan türler ile tehdit altındaki türler için (yine aynı şekilde) bir miktar koruma alanı sağlamayı başarmıştır. Nasıl yapılacağını çözemediği şey, sistematik bir yolla, diğer her türlü şeyi korumaktır. Hukukçu Holly Doremus, “ Doğa savunucuları istediklerinin çoğunu elde etti ama gerçekten istediklerini elde edemedi,” diye yazıyor.
(Sayfa 294)
=> Sayfa 294 Ramsar Sözleşmesi, Bern Sözleşmesi
1971 Ekimi’nde uluslararası yetkililerin Ramsar Sözleşmesi’ni imzalamak üzere İran’da toplanmasından hemen birkaç ay sonra, Christopher Stone, Güney Kaliforniya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki sahiplik hukukuna giriş dersi esnasında tüm sınıfın önünde durmuş, heyecanlı öğrencilerin dikkatini üzerinde tutmaya çalışıyordu. Mülkiyet tanımının tarihi boyunca kökten değiştiğini ve sadece toplum içindeki güç dağılımını değil, toplumun kendine bakış açısını da değiştirdiğini gözlemleyerek, “hakların” benzer ölçüde radikal bir biçimde yeniden tanımlanmasının etkilerini yüksek sesle düşünmeye başladı. Örneğin yasal haklar nehirleri de kapsasaydı ne olurdu? Ya da hayvanları? Ya da ağaçları? “ Bu küçük düşünce deneyi,” diye anlatıyor Stone on yıllar sonra “ oldukça samimi bir şekilde, tepkiyle karşılandı.”
(Sayfa 296)
=> Sayfa 297, 298 Stone düşünce deneyinden vazgeçmiyor. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler.
=>Sayfa 299 Yeni Zelanda whanganui nehri kime ait?
Ekolojinin verdiği ders insanların yaşamın diğer parçalarıyla ilişkileri hem kaçınılmaz, hem de kaçınılmaz derecede karmaşık.
Sonuç: Homo amphibius
Julian ve Aldous Huxleykardeşler ömür boyu süren konuşmaları sırasında, insanları sıklıkla amfibiler olarak tanımlamıştır. Julian için bu metafor, insanların yakında kendi evriminin sorumluluğunu üstlenerek gerçekten özel bir türe dönüşeceklerine dair umudunu yansıtıyordu. Aldous için ise insanlığın süregelen çift yönlü doğasını tanımlıyordu: “İster hoşumuza gitsin ister gitmesin, biz amfibiyiz; aynı anda hem deneyimler dünyasında hem de kavramlar dünyasında; hem Doğa’yı, Tanrı’yı ve kendimizi doğrudan idrak dünyasında hem de soyut, sözlü bilgi dünyasında yaşıyoruz,” diye yazar. “İnsan olarak işimiz, bu iki dünyadan da en iyi şekilde yararlanmaktır.”
(Sayfa 305)
=> Sayfa 306 , sebep olduğumuz yıkımları fark etmemiz ve gelecekle ilgili gelişmelerin bir yeşil devrimi getirebileceği ihtimallerini anlatan paragraflar.
Bu ihtimaller karşısında, doğa koruma ilkelerini bir kenara bırakmak oldukça cazip geliyor. Bazılarımız yardımsever bir şekilde yönetebilecekken neden Aldo Leopold’un sade vatandaş vizyonuyla yetinelim ki? Cevaplar bu kadar açıkken neden karmaşıklığa saplanıp kalalım? Ne de olsa bir tür kriz döneminde yaşıyoruz ve krizler büyük ölçeklerde hızlı eylemlere ihtiyaç duyar. Çevreci ve girişimci Stewart Brand’ın 1968’de belirttiği gibi, “Tanrılar gibiyiz ve buna alışsak iyi olur.”
Doudna’nın da kabul ettiği ve hepimizin her gün yüzleştiği gibi, asıl sorun, Homo sapiens’in tanrısallığa muazzam hazırlıksız olmasıdır. Evrimin varsayımsal öncüleri olarak aptal olmayabiliriz ancak genellikle sarhoşuz. Dikkatimiz kolayca dağılıyor ve kronik biçimde öngörüsüzüz. Mantarların zeki kuzenleri gibiyiz ve tecrübelerimizin ötesine terfi edildik.
Leopold, “Homo cinsinden bizler Round River’da aşağı yüzen kütüklere binip biraz makul ‘sesler’ çıkararak kütüklere yön vermeyi ve hızlarını kontrol etmeyi öğrendik,” diye belirtti. Yine de hala akıntıyla sürükleniyoruz, diye uyarıda bulundu ve seyrimiz sallantılı. “ Bindiğimiz kütüklerimizi beceriden çok enerjiyle yönlendiriyoruz.”
(Sayfa 307)
Yazar Margaret Atwood, Cesur Yeni Dünya’nın günümüzdeki geçerliliği üzerine düşünürken, “ Hayvanlar arasında gelecek zaman kipinden mustarip olan tek canlılar, bizleriz,” demiştir. Hem Atwood’un hem de Aldous Huxley’nin unutulmaz bir şekilde ifade ettiği gibi, arzu etmediğimiz gelecekleri hayal edebilir ve onlardan uzak durabiliriz. Aynı zamanda, arzu ettiğimiz gelecekleri de hayal edebiliriz ve kütüklerimizi onlara doğru beceriksizce yönlendirebiliriz. Mükemmel gelecek mükemmel şimdiki zamana dönüşürken, kendimiz ve hayatın geri kalanı için katlanılabilir bir şimdiki zaman ve gelecek oluşturmaya çalışabiliriz.
(Sayfa 308,309)
İribaşların metamorfoza doğru ilerleyişini izlemek için su birikintilerine doğru çömelmek, kendimiz de dahil tüm türlerin, mucizeleri ve kırılganlıklarına dair klasik bir başlangıç dersi olmaya devam ediyor. Ve amfibi yaşamları, tıpkı insan yaşamları gibi, iklim değişikliği ve hastalıklar nedeniyle her zamankinden daha fazla altüst olurken hikayelerindeki ahlaki değerleri ciddiye almak için daha fazla nedenimiz var .
(Sayfa 310)
Charles Darwin İnsanın Türeyişi’ni şu tespitle bitirmiştir: “İnsan, tüm asıl özellikleriyle, en bayağı olana hissettiği sevgisiyle yalnızca diğer insanlara değil, en mütevazı canlıya kadar uzanan yardımseverliğiyle… tüm bu yüce güçleriyle – İnsan hala bedensel yapısında kendi gösterişsiz kökeninin silinmez izlerini taşır.
Biz tanrılar gibi değil ama kurbağalar gibiyiz ve bunda iyi olsak iyi olur.
(Sayfa 310)